Melkonyan



ANILARIM

Untitled document

Anılarımın ikinci kısmı 

Yekta’nın Gece Kulübü: 

Büyükadada Şemsi Mollanın üst tarafında 1952 yıllarında Yekta’nın bir Gece Kulübü vardı. Adanın yazlık sosyetesi akşamları hep oradaydılar. Bir Cumaertesi akşamı Yervant Kabeyan Covanni ve ben Orman Meyhanesinde kafayı çekerken, Covanni bize dilsiz işaretleri Yektaya gitmemizi söyledi. Covanni dilsizdi ve biz onunla dilsiz işaretleri ile konuşabiliyorduk. Covanni bize işaretlerin manasını biraz öğretmiş olduğundan onunla anlaşabiliyorduk.  Bu işaretleri Yervant benden daha iyi öğrenmiş olup, onunla daha iyi anlaşabiliyordu. Geceyarısı saat 24 e doğru Ormandan çıkıp Yektanın yolunu tuttuk. Ben Covanninin ne yapacağını biliyordum, çünkü o ada maceralarını bize hep anlatırdı ve o saatlerde Yektada neler yapıldığını çok iyi biliyordu. Üçümüz Yektaya gelince, yan taraftan sessizce bahçeye girdik. Giriş kapısı sağ  alttarafta ve bizden on metre mesafede kalıyordu. Duvarın üzerinde yerden birbuçuk metre yükseklikte ve evin köşesinden kapıya kadar uzanan beş santim kadar bir çıkıntısı vardı. Ondan bir metre yukarısında ise bir pencere vardı. Işte bu odada çiftler sevişiyorlarmış. Covanni bize bu çıkıntıya tırmanmamızı işaret etti, Yervant çıkmak istemedi amma ben meraktan kıvrandığımdan hemen duvara çıkıp ellerimle pencerein altını kavradım. Ben pencerenin bir tarafında Covanni de diğer tarafında pencereye asılı olarak yavaşça içeri baktığımızda, bir bayanın sırtüstü masanın üzerinde yattığını ve erkeğin de başını kızın bacaklarının altına sokup hertarafını öpmekte olduğunu gördük. Çok heyecanlandığımız bir an, Covanni üstüne bastığımız beş santimlik  çıkıntıdan kayarak bahçeye düştü, düşünce de gayet tabii gürültü çıkardı. Erkek hemen başını kaldırarak pencereye gelirken bende aşağı atlayıp hemen kaçmaya başladık. Dış kapı da açılıp oradan çıkanlar da arkamızdan koşmaya başlayınca biz biribirimizden ayrılıp ayrı yönlere koşmaya başladık. Onlar da bizi takip etmekten vazgeçtiler. Bu da Covanninin bize oynadığı oyun oldu, ondan sonra bir daha da Yektanının önünden geçmedim. 

Babamın bir gecesi: 

Evimizde misafir olmadığı gün yoktu. Biz Düzenli sokağındaki vapur gibi evde oturuken, bir akşam, o zamanlar telefon santralında tekbaşına çalışmakta olan ve adanın bilumum telefon tamiratlarını yapan bir Ermeni telefon ustası, evimizde misafirdi. Sofrada babamla birlikte kaç şişe rakı yuvarladıklarını bilmiyorum. Onlar içkilerini içerlerken ben yatmaya gittim. Ertesi sabah saat altıya doğru, Istanbula okula gitmek için evden çıkarken, babamı ve akşamki misafirimizi kapının önünde gördüm, babam „yok şimdi ben senle evine kadar gideceğim“ dediğini duydum. Vapuruma az vakit olduğu için ben yoluma devam ettim. Ikindi vakdi eve geldiğimde, annem bana dün geceki durumu anlattı.

Babam ve  misafiri geceyarısından sonralarına kadar sofrada oturmuşlar. Misafir eve doğru yola çıkarken babam ona arkadaşlık etmiş. Misafirin evine gelip te babam eve dönmek isterken, „yok şimdik ben seni evine kadar götüreceğim“ diyerek ikisi de bizim eve kadar gelirler ve orada babam ona arkadaşlık eder ve böylece bu gidiş geliş sabaha kadar devam eder. Sonrasını artık kendiniz tahmin edersiniz. 

1962 yılında Türkiyeye ilk ziyaretimiz: 

1961 yılında evlendikten sonra, eşime Vatanımı ve akrabalarımı tanıtmak maksadı ile 1962 yılının yazında trenle Selanik üzerinden Türkiyeye geldik. Selanikte aktarma yapmamız gerektiğinden bir gün orada kaldık. Eşimle deniz kıyısında dolaşırken genç Yunanlı kadınlarının hayretle eşimin giydiği pantolona bakarak biribirlerine (Kitakse forayi pantaloni) „bak pantolon giyiyor“ diye şaşkınlıklarını gösteriyorlardı.

O tarihlerde demekki Selanik Türkiyeden yıllarca geride kalmış bir durumdaydı. Ben Istanbulda yaşarken Büyükadadaki kızlar pantolon değil şortla dolaşıyorlardı. Sirkeciye geldiğimizde tabii ki Almanyadan gelen gelinlerini karşılamaya tüm akrabalararımızın Garda beklediklerini gördük.

Annem ve babam o tarihlerde Nizam Caddesindeki yanılmıyorsam, Hamlacı sokağının sol köşesindeki evin alt katında oturuyorlardı, karşı köşede ise Conpaşanın Köşkü vardı. Birkaç gün dinlendikten sonra, eşimle Belediyedeki nüfus dairesine giderek değiştirmiş olduğum soyadımızı nüfus cüzdanlarımıza geçirme talebinde bulunacaktım. Bizim esas soyadımız Melkonyan iken, 1936 yılında çıkan kanunla Gayrimüslimlerin soyadları Türk isimleri ile değiştirme mecburiyeti çıkmıştı. O tarihlerde de babam soyadımızın önüne bir Öz adını koyarak Özmelkonyan olduk. Ben ise kendi öz soyadımı alabilmek için, Almanyaya gittiğimde, Ilkokul arkadaşım avukat Kaya Öz’e başvurup mahkeme kararı ile Öz ismini soyadımdan sildirmiştim.

Nüfus Dairesinin önünde uzun süre bekledikten sonra nihayet eşimle beni içeri alma lütfunda bulundular. Bir masanın başında oturan bey „buyrun arzunuz ne?“ diye sorunca ikimizin de Hüviyet cüzdanlarını kendisine verdim ve henüz dileğimi söylemeye fırsat kalmadan, bü süre içinde memur bey de Hüviyetimi açmış ve Ermeni olduğumu anladı ki, ayağa kalkıp sert bir sesle bağırarak „çıkın dışarı bugün vaktim yok görmüyormusunuz masamın üzeri dolu“ diye bizi dışarı attı.

Biz üzgün argın eve döndük, eşim ise Almanyada bir devlet memurunun kendi halk fertlerine böyle bir hakarette bulunmayacağını bildiğinden, şaşırmış bir vaziyette, az kaldı ağlıyacaktı.  Babam akşam eve gelince durumu kendisine anlattığımda gülmeye başladı ve „korkmayin yarın işiniz olur“ dedi. Sonra bana yarınki yapacağım işi söyledi. Bende ertesi günü Hüviyet Cüzdanıma 2,5 Lira koyarak tekrardan Nüfus Dairesine gittim. Hademeye „Artin efendi tarafından geliyorum, Müdür beyi görmem lâzım“ dedim ve hademe kapıyı açıp bizi içeri aldı. Masadaki memur bey beni görünce fırça atmak için ayağa kalkarken, hademe ona Artin tarafından geldiğimi söyledi ve memur bey de tavrını değiştirerek yerine oturdu. Ben de kendisine „beni babam Artin efendi size gönderdi“ diyerek Hüviyet Cüzdanlarımızı içindeki para ile ona uzattım. Memur önünde açık duran çekmecenin üzerinde tuttuğu Hüviyet Cüzdanını açınca o zamanki kâğıt para olan ikibuçukluk yağ gibi çekmeceye kaydı. Memur hemen ayağa kalkarak bana oturmam için yer gösterdi ve „dün niye Artin efendinin oğlu olduğunuzu söylemediniz işinizi dün yapapabilirdim“ deyip, sonra alçak sesle „bize birer koka kola ismarla ki bu parayı arkadaşımla paylaşmıyayım, ben arkadaşıma babanı tanıdığımdan işlerini koka kola ile bitirdiğimi söylerim“ dedi. ben de kendim ve hademe için de olmak üzere dört adet koka kola ismarladım ve işim iki dakikada bitmiş oldu. Şunu da ilâve edeyim ki, eşim o günü korkusundan benimle gelmeyip evde kalmıştı. 

Almanyada: 

Almanyaya gelişim de büyük bir maceradır amma ben onları kaleme almıyorum ancak burada beni nasıl karşiladıklarını kısa olarak belirtmek istiyorum. Ekim 1957 de Oelde’ ye gelişimde  1961 yılına kadar yani evlenene kadar 3,5 yıl Hotel Mühlenkampta kaldım O yıllarda burada yabancı olarak benden başka, bir Ingiliz, ve birde Hindistanlı stajyer genç vardı. Almanlar beni ellerinin üstünde taşıyorlardı. Hergün başka birinin evinde misafir idim, hatta çalışmakta olduğum fabrikanın müdürü bile beni bazı akşamları yemeğe davet ederdi. Istanbulda Berlitz lisan okulunda Ingilizce öğrenmiş olduğumdan, arkadaşlarımla Ingilizce konuşuyordum. Işte o zamanlar birkaç fabrika müdürü ve mühendisleri ile tanışma fırsatını buldum. Her Pazar günü Cafe Wiegard’da buluşur biramızı içerek sohbet ederdik.

Burada bizim özel masamız vardı (Stammtisch) Pazar günleri bu masa bize ayrılmışti ve ben burada Türk olarak tanınıyordum, (Türk kimliğini taşıyan herkes Türktür) Türkiyeyi masamıza koyduğumuz Türk bayrağı ile temsil ediyordum. Beni burada hiçbir kimse Ermeni olarak tanınımıyordu. Masamızda her Pazar sabahı Türk, Ingiliz, ve Hindistan bayrakları sallanıyordu. Bura halkı o tarihlerde Türk işçileri Almanyaya gelmiş olmadıklarından, Türkleri benim gibi Avrupalı olarak tanımışlardı. Eylül 1958 yılında burada yüzme müsabakaları yapıldıği bir gün ben de ferdi ve bir Türk Sportmeni olarak 50 metrelik yüzme havuzunu dalıp karşı tarafa geçerek, bura halkına Büyükadayı tanıttım.

Yerel olan „Die Glocke“ gazetesinde o tarihte yazılan yazıda adım değilde bir Türk sporcusu olarak takdim ediliyorum. Ben Türkiyemizi Almanlara böyle tanıtmıştım.

                                                                                                                             Askerlik anılarım
Acemilik çağı

Askere gittiğim 14.Ekim 1949 tarihinde 45 lileri (1929 doğumluları) askere çağırıyorlardı.
Yanımda Büyükadadan, Rahmetli Ohannes Dülgeryan (Karakaş) vardı. Üç dört aylik acemilik süresini Karadeniz Ereğlisinde geçirdim. Denize yakın barakalarda kalıyorduk. Ereğliye gelişimizde Bölük Komutanımız bize şu tafsiyede bulundu „Asker, buralarda Rusyadan gelme kadınlar dolaşıyor, onlarla sakın ilgi kurmayın, onlarda Frengi hastalığı vardır“ dedi, bize de bir korku saldı ki sorma. Yemegimizi tahminen bir Kilometre uzakta olan mutfaktan Karavana ile omuzumuzda tasiyarak getiriyorduk.
Karavana taşıma sırası Istanbullularda olduğunda, Istanbullular, sabahları Karavanayı taşıyanın yoluna çıkar ve etleri Karavanadan çıkarıp yolda yediğimizi hatirlarım. diğer sabahları ise, Garnizonun kapısında süt satandan 10 kuruşa süt ve ekmek satın alıp dışarıda kahvaltımızı yapardık. Yıkanacak suyumuz yoktu, hamamcılar önümüzden geçen derede yıkanırlardı. Pazarları ise nöbetci üsteğmenimizden izin alıp köyün hamamına gider yıkanırdık. Mıgırdiç adında umkapılı biri ise işini uydurup bir haftalığına istanbula gider ve gelirken de, Elektriğimiz olmadığından çok kuvvetli bir Lüks lambası getirirdi. Komutanımız ona bu izni verirken şart koşmuştu, „yakalanırsan kaçak olarak cezalanırsin, ben sana izin vermedim derim“ derdi. Amma Kumkapılı yakalanır mı hiç? her seferinde Bölüğümüze güzel bir hediye getirirdi.

Dayak

Bir Üstteğmenimiz vardı ki dayak atmayı çok severdi. Şansıma bir Pazar günü hamama gitmek için izin almaya çıktığımda karşıma o üsteğmen çıkmazmı. Vay senmisin izin istiyen, hazirol ulan diye bir emir verdi. Yanıma geldi ve elinin iç tarafı ile bana okkalı bir yumruk attı. Yere düşmediğimi görünce daha fazla kızdı ( o ana kadar kime yumruk attıysa yere düşmüşlerdi) ve sağlı sollu vurmaya başladı, ben halâ ayakta duruyordum ve yumrukların tesiri ile adım adım geri gidiyordum, o an tam üzerime yürürken başka bir üstteğmen geldi ve onu geri çekip içeri götürdü.

Eşek

Bir Pazar günü birkaç Kasımpaşalı esrarkeşle deniz kıyısına gittiğimizde, beş altı askerin sırada beklediklerini gördük. Yanlarına gittiğimizde, askerin biri bir eşeğin arkasında uğraşmakta! olduğunu gördük. Asker , bir büyük taşın üstüne çıkmış eşeğe ulaşmaya! bakıyor, eşek te öne gidince asker işini göremiyordu. Kasımpaşalı onlara yanaşarak „ulan eşek s…nin bir usulu vardır“ diyerek, eşeği bir çukura soktu, askerin birine de eşeğin önünde durmasını söyledikten sonra, kendisi de arkasındaki yüksek olan yerden eşeğin arkasına geçti ve ordaki askerlere bu işin nasıl yapılacağını Kasımpaşa usulu ile gösterdi.

Ağız Mızıkası

Ben boş zamanlarımı yanımda taşıdığım ağız mızıkası ile dans müziği çalardım. Birgün Binbaşımız bana gelip cumaertesi günkü Baloda Orkestra ile çalmamı rica etti, böylece ben de hiç deneme yapmadan baloda mızıka çaldım.

Levazım Bölüğü Ankara

1950 nin Mart ayında beni Ankaraya Levazım Bölüğüne gönderdiler. Bölüğümüz Ankara Garının yanında idi. Başımızda bir yüzbaşı ve bir de Üstteğmen vardı. Yüzbaşımız Atatürkün bir evlatlığı idi ve adı da Mustafa Atakanı idi. Beni ilkkbaşta Kamyon tamirhanesine verdiler, orada başımızda bir Başçavuş vardı. şonradan bana bölüğün yazıcılığını da yüklediler.
Yüzbaşımız ayırım olmasın diye bana Fahri adını taktı ve bende askerliğimde Fahri olarak biliniyordum,  Boks maçlarımdanki muvaffakiyetlerim gazetelerde esas adımla yazılana kadar ismim değişik idi. Yüzbaşımız çok baba bir kişi idi ve bana her akşam antreneman yapabilmem için izin vermişti ve bende bundan istifade ederek hergün antreneman yapmaya davam ettim. Antrenemanlarımı değişik sikletlerde olan bökserle yaptığımdan boks ihtisasımı yükselttim. Birçok muvaffakiyetler kazandıktan sonra Ankara Bölge boks şampiyonu oldum.

Esrar

Koğuşumuz ufak Baraka  biçimi üç ahşap evden müteşekkildi ben ilk Koğuşta üst Ranzada yatıyordum. Kasımpaşalılar her akşam bizin Ranzaya çıkarak bir daire kurar ve sıra ile esrar içerlerdi. Bir gün nasıl olduda bende aralarında otururken bunlar esrara başladılar ve sıra bana gelince, sigarayı yanımdaki verdim, vay sen misin içmiyen, içmek mecburiyetinde kaldim, tam üç nefes çektirdiler bana. Bana pek tesiri olmadı ve eben de bir daha yanlarına yaklaşmadım.

Leyla

Yüzbaşımızın bir Kurtköpeği vardı, askerler onu alıştırmışlar ve adını da Leyla koymuşlardı. Bir asker köpeğe yaklaştığında, köpek hemen sırtüstü yatar bacaklarını açardı. Bir akşam uykuda iken Koğuşun çatısından gürültüler gelmeye başladı. Dışarı çıktığımda iki askerin biribirleri ile kavga ettiklerini gördüm, biri diğerine „yıkayacaksın“ diye bağırıyordu. Koğuşların çatıları kiremitle değil de ziftle kaplı idi, askerler de onun üzerinde köpekle seks yapıyorlardı. Sonradan öğrendiğime göre, işini bitiren köpeği yıkayıp diğerine bırakması gerekmiş, bu nedenle iki asker biribirleri ile kavga etmeye başlamışlar.

Yaralama

Bir gün Kantinde çay içerken Adanalı mıydı yoksa Antakyalı mı hatirlamıyorum, Arap kökenli bir askerle sözlü bir tartışmam oldu. Bana „senin ananı avradını“ diye küfür edince, ben de ona „dikkat et bende senin, derim“ dedim, asker kızgın olarak oradan ayrıldı gitti, ben de çayımı içmeye devam ettim. Aniden arkamdan „senin ananı avradını“ diye bir ses duyup geri dönünce, başımın üstünde Raspanın (Raspa mı deniliyor bende unuttum, üç tarafı keskin ve ucu sivri bir alet, Tamirhande kullanılıyordu) aşağıya indiğini gördüm ve başımı ancak sağa kaçırabildim ki Raspa kulağımı sıyırip omuzuma saplandı. Çok şükür elimi de siper olarak kaldırmış olduğumdan, saldırganın hızını kesmiş oldum ve Raspa bir santim kadar omuzuma saplandı.
Sıhhiye tarafından tedavi gördüm ve bir kaç gün istirahat aldım.
Yüzbaşımız işi büyütmek istemediğinden bana, davacı olmamamı rica etti, bende davacı olmadım. Bana saldıran asker, hapishanemiz olmadığından, dışarıda iki Koğuşun arasındaki boşlukta bir hafta su ve ekmekle hapis yattı.
Cezasını çektiktan sonra ben onunla hiç konuşmadım amma onun bana, davacı olmadığım için minnettar olduğunu, tavrı hareketinden anladım.

Kürt Terzi

Bölüğümüzün dikiş işlerini Aziz adında bir Kürt terzi görürdü. Odasında yalınız olduğumuz bir an Aziz bana bir sır anlattı. Bana annesinin Ermeni asıllı olduğunu ve sürgünde babası onu kendisine karı yapmış olduğunu ve annesinin beni görmek arzusunu taşıdığını söyledi. Bir akşam onun evine gittim. Daha kapıdan girerken kadın gözyaşlarını tutamayıp ağlıyarak bana sarıldı, öptü, öptü ve doymadı. Bana hayat hikâyesini ağlıyarak anlattı, neler çektiğini, Kürtlerin ona yaptıkları gaddarlıkları anlatmaya çalışarak Kürtlerden uzak durmamı bana tafsiye etti.
 Sürgünde yapılan işkenceleri ve ırza geçme olaylarını acı ile hatırlıyarak, ağlaya ağlaya bana anlattı.

Oradan ayrılırken onu tekrar ziyaret etmemi rica ettiği halde, gidemedim zira terhis zamanım gelmişti.

Ihtiyat askerliğim

Altı ve yedi Eylül olayları sıcak sıcak hatıralarımda tutuşurken 20.
Eylül 1955 „Silver River“ manevralarına katılmak üzere tekrar askere alındım. Manevra Kocaelindeki Seymenda yapılıyordu. Hedefimize ulaşmamız için Kilometrelerce yolu yürüyerek almamız gerekiyordu, aramızda bazı zayıf bünyeli Rum çocukları vardı ki yürüyemiyorlardı, onları kamyonlara alarak hedefe götürüyorlardı.

Bu iki haftalık sürede ben iyi nışancı olduğumdan Makineli Tüfeği bana yüklediler, hem önde ve hem de 10,50 kilo ağirlikla yürümek mecburiyetinde kalmıştım, amma çok şükür bu zaman da çabuk geçti.

                              6/7 Eylül 1955 tarihindeki anılarım

 

Ben 1954 te Boks hayatıma veda etmiş olduğumdan, akşamları Taksimdeki Şişli kulübüne gider, antreneman yapanları seyreder ve gereğinde onlara yardım ederdim. Altı Eylül akşamı da Şişli kulübünde idim. Antrenemanlardan sonra bir kaç arkadaşla kulüpten çıkıp Taksime doğru giderken, olaganüstü bir hal olduğunu farkettik ve yürüyüşümüzü hızlandırdık.
Beyoğlu çapulcuların baskınına uğramıştı.
Istiklal Caddesi yağmaya uğramıştı. Top top kumaslar yerlere seriliyor vitrinler kırılıyor yağmalanıyor evlerin üçüncü dördüncü katlarina  çıkılıyor ne varsa aşağı atılıyordu. Üst katlardan atılan buzdolablarının nasıl yere düşüp patladıkları hâlâ kulaklarımda çınlıyor.
Gece yarisina doğru tam bir yağma çapulculuk ve servet düşmanlığı haline döndü. Rummuş Ermeniymiş Yahudiymiş hatta Müslümanmış Turkmüş, çapulcular için fark etmiyordu; yakıp yıkıyorlardı. Taksim deki Aya Triada Kilisesi nin ateşe verilişini hatırlıyorum. Sonradan duyduğuma göre  havagazı borusunu delmişler gazı yakmışlar ve kiliseye saldırmışlar.
Polisler bütün bu olayları süklüm püsküm seyrediyor ve hiç müdahele etmiyorlardı.
 Bazı Gayrimüslüm dükkân sahipleri, vitrinlerine Atatürkün resmi ile Kuranı Kerimi, ve Türk bayrağını asarak, çapulculardan kurtulmak istediler, bazıları kurtuldu, bazıları ise, dükkân sahibinin Türk olmadığını bilenlerin bağırışları altında, yağma edildi, tabii bu ara Türk bayrağı, Atatürkün Resmi ve Kuranı Kerim bazıları tarafından kendilerine mal edildi.
Iskiklâl caddesinde yürümek çok zorlaşmıştı. Ben o zamanlar Bankalarda Vantilator imal eden bir Yunanlının yanında çalıştığımdan, acele adımlarla ve çok zorluk çekerek, Bankalara indim. Dükkâna geldiğimde, orada beraber çalıştığım bir Lâz arkadaşı kapıda beklerken gördüm. Pancurları indirmiş eline koca bir demir çubuk almış bekliyordu. Beni görünce sevindi ve bana „burada bekle şimdi gelecekler“ dedi. Hakikaten yarım saat geçmeden çapulcular oraya geldiler ve Perşembe Pazarına inen yolda bulunan tüm Ermeni dükkânlarını yağmaya başladılar. Bize geldiklerinde Lâz arkadaşim öyle bir bağırmaya başladı ki, çapulcular bir ara durdular. Aralarından biri bağırarak bu gâvurun dükkânıdır deyince, çapulcular üzerimize gelmeye başladı, çok iyi hatırlıyorum, Lâzoğli [ben onu öyle çağırırdım] elindeki demir çubuğu sallayarak „yaklaşmayın vururum, bu dükkân benim“ diye bağırmıya başladı, bu ara bende elimdeki çubuğu havaya kaldırınca, çapulcular gerilediler ve istemiyerek oradan ayrıldilar. Biz sabaha kadar ve ve ertesi günü kapının önünde bekci durduk ve böylece ışyerimiz çapulcuların elinden kurtulmuş oldu.
Adalarda ne oldu ondan haberim yoktu, sonradan duyduğuma göre 200 veya 300 çapulcu, motorlarla adalara gelip oralarda Gayrimüslümlerin mal ve mülklerini parçalamışlar.
„O ara sokaklarda bazilarının şunları söylediklerini kulağımla işittim:
Ulan Kilisiseden Papazı sokağa çıkardık ve onu Kiliseden çıkardığımız halıya sardık, üzerine benzin dökerek onu ateşe verdik ve yol meyilli olduğundan onu iterek yuvarlaya yuvarlaya aşağı gittiğini gördük.“
Ertesi sabah, Montaj işlerimizi yapan  bir Rum usta, dükkâna geldi, ağlıyordu, terliklerle gelmişti, ayakkabı ve çorapları yoktu. Bize çapulcuların  evlerine yaptıkları baskını şöyle anlattı:

„Sokaktaki gürültülerden zamanımızın geldiğini hissettim, o günlerde hep Makarios’tan bahsediliyor ve Rumlara karşı kin artıyordu. Oğlumu kucağıma alarak aşağıya, bodruma indim, yaşlı anneme ve karıma dokunmazlar düşüncesi ile. Yukarıda olan biteni, tahta bölmelerden duyabiliyordum. Çapulcular eve girdiler ve herşeyimizi sokağa attılar, ne Mutfak kaldı ne yatakodası, hepsini parçaladılar. Karımın bağırmalarına ve yalvarmalarına rağmen, teker teker ırzına geçtiler. Yaşlı anneme de, (herşey onun gözü önünde yapılıyor) sen yaşlısın, seni s….yiz amma senin de zevkine bakarız“ diyerek bir süpürge sopasını tenasül uzvuna sokmuşlar, annemin bağırışları hala kulağımda çinlıyor“ derken gözyaşlarını tutamıyordu.

Bu zavallı Rum arkadaşa biz evde ne bulduksa verdik ki karısı annesi ve çocuğu ile kendisi birazcık olsun giyinebilsin.
Sonradan öğrendiğime göre, bu olay Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atımıyla başlayıp tüm İstanbul’da Rum, Ermeni ve Yahudilerin ev, iş yeri, ibadethane, okul ve mezarlıklarına yönelik planlı bir uygulama imiş.
6 Eylül 1955’te İstanbul Ekspres Gazetesi, ‘Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı’ manşetiyle yıldırım baskı yapmış, ardından Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlara ait ev ve işyerleri yağmalanmıştı.
O tarihte Londra da Kıbrıs görüşmeleri yapılıyordu; Ingiltere Yunanistan ve Turkiye arasinda.
Hukumetin "Turk halkinin galeyan içinde olduğunu gostermek için" bir olaya ihtiyaci vardi.

“Atatürk’ün evinin bombalanması” olayının Türk devletinin tertiplediği bir provokasyon olduğu Yunan makamlarınca o günlerde ortaya çıkarılmıştı. Olayla ilgili olarak Selanik Hukuk Fakültesi’nde burslu öğrenci olarak okuyan ve bir Türk ajanı olan Oktay Engin’in ve Selanik Başkonsolosluğu Kavası Hasan Uçar yakalanmışlardı. Konsolosluk yetkilileri dokunulmazlıkları olduğu için yargılanamazken, Uçar ve Engin bir süre tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildiler.15.6.1956 tarihinde tahliye olan Engin Türkiye’ye kaçarak Yunan uyruklu olmasına rağmen Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlığa alınmış kendisine pek çok olanak sağlanarak korunmuştu. Engin ve Uçar, gıyaplarında Yunan Mahkemelerince iki-üç yıllık cezalar almışlardı.
Fener Patrikhanesi Saint Sinod Meclisinin adına Başbakan Adnan Menderes’e 15 Eylül 1955 günü bir mektup gönderen Ortodoks Rum Patriği Athenegoras olayları şöyle anlatmaktadır;
“Muayyen bir program ve plan mucibince teşkilatlandırılmış bir sevk ve idare tahtında hazırlanmış bulunan halk kitleleri şehrin muhtelif noktalarında gece vakti ve aynı zamanda ve bir emirle hareket ederek emirlerine amade her türlü vesaiti nakliye ve her türlü tahrip edici alet ile, asayişi muhafazaya memur olanların gözleri önünde, dehşet verici savletle ırkımıza karşı tecavüze girmişlerdir. Asırların emaneti, insaniyetin malı ve bütün memleketimizin medârı iftiharı olan medeniyetin eserleri tahrip edilmiştir. Adedi 80’i bulan kilise ve ibadethanelerimizin 70’i müthiş tahribata mâruz kalmış, kısmı âzamı ateşe verilmiştir. Mukaddes kilise eşyası ve evâni tahrip edilmiştir. Kıymeti biçilmez tarihi sanat eserlerimiz tahrip edilmiştir. İbadethanemizin mukaddesatı utandırıcı bir şekilde kirletilmiş, talan ve yağma edilmiştir. İstimzar ve yağma her tarafta sürdürülmüştür. Patrikhanelerdekiler de dahil olmak üzere ölülerin mezarları açılmış, henüz defnedilen ölüler parçalanmıştır. Ölülerin kemikleri istirahatgahlarından çıkarılarak etrafa atılmış ve ateşe verilmiştir. Her tarafta ruhaniler aranmış, bulunanlara işkence edilmiş, ölümle tehdit olunmuş, hatta bir tanesinin canına kıyılmıştır.”
Çok sonraları resmi kayıtlarda 3 ölü 30’da yaralı olduğu açıklandı. Basın üzerindeki resmi ve gayrı resmi sansür, mezarların açılıp ölülerin bile caddelerde sürüklendiği bu olaylarda gerçek insan kaybının verilmediğini gösteriyor Buna rağmen birçok gazete “bazı küstahların linç edildiğini” yazmaktaydılar.

                                                                   07.09.2005 te Istanbul/Beyoğlunda açılan „6/7 Eylül olayları Sergisi“  Olayları

Kaynak: Bianet

Karşı Sanat Çalışmaları'nın Tarih Vakfı'yla ortaklaşa düzenlediği "6-7 Eylül Olayları Sergisi" açılışında saldırıya uğradı.
Sergiye saldıranlar arasında, daha önce Boğaziçi Üniversitesi'ndeki Osmanlı Ermenileri Konferansı'na da saldıran "Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Birliği"nden (TSTKB) Ramazan Kırkık, ve İstanbul Ülkü Ocakları eski başkanlarından Levent Temiz yer aldı; Kırkık ve Temiz bildiri okudular.
İki ayrı grup halinde yaklaşık 15-20 kişi, önce ""Türkiye Türktür, Türk kalacak", "Hainlere ölüm", "Ya sev ya terk et" sloganları attı. Bu arada "Neden Kıbrıs'taki fotoğrafları değil de, bu fotoğrafları asıyorsunuz", "Atatürk'ün evini yakanları savunmayın" dediler.
Saldırganlar bildiri dağıttı; ardından fotoğrafları indirmeye başladı; fotoğraflara yumurta attı; bir kısmını da camdan aşağı attı.
Aşağıda bekleyen yaklaşık 10 kişilik bir başka grup da; fotoğrafları çiğnedi.

 

 

 

                                                                       Perudaki Mahastırda gördüklerimiz  
Her yıl yaptığımız gibi 2002 yılında da Güney Amerikaya seyahat ettik. Uçakla PERU‘ya indik. Oranın birçok görülecek yerlerini gezdikten sonra bizi, aralarında 50 metrelık bir arsa bulunan iki büyük bina olan manastırlara götürdüler. Bu manastırların birinde papazlar diğerinde ise rahibeler oturuyorlarmış. Bu manastırlaın en büyük özelliği ise, yeraltında kazılmış olan bir tüneldir. Bu tünelden geçen papazlar, rahıbeler ile irtibat kurmuşlar. Biz de bu tünele girdik ve bir manastırdan diğerine geçtik. Tam tünelin ortalarına geldiğmizde, demir parmaklıklardan yapılmış bir taban üzerinde olduğmuzu gördük. Altımızda bulunan kocaman bir çukur ve içinde de binlerce çocuğun kafatasları ve kemikleri toplanmış olduğnu gördük. Kadınlarla ilişkileri yasak olan bu papazlar, diğer binadaki rahıbelerle temas kurabilmeleri için bu tüneli kazıp, arzularına kavuşmuşlar. İşin en acı tarafı ise, bu ilişkilerden doğan binlerce çocuğun canlarına kıyılmasıdır.

                                                                       Pangaltıdaki MİLTO pastahanesinin açılışı 

Boks sporuna, 1954 yılında antreneman esnasında gözümün arkasında geçirdiğim beyin kanaması nedeni ile veda ettim. Bir yıl sonra, bir gün Büyükadada Milto lokantasında Mihal ile sohbet ederken, Mihal bana bir teklifte bulundu.  Birlikte İstanbulda bir dükkan açmamızı söyledi. Param olmadığnı söyleyince, kendisinin kırkbin lirası olduğunu ve benimle birlikte bir dükkan açmak arzusunda olduğunu açıkladı. Ben ise çocukluğumdanberi dış ülkelere gitmek arzusunda olduğumdan, Mihalin bu teklifini kabul etmedim. Mihal ise israrını devam ettirince, aklıma ağabeyim Vartan geldi. Mihal ise Vartanı pek iyi tanımadığından, bu teklifime pek yanaşmadı. Ben ise Mihali ikna edebilmem için, merak etmemesini, Vartanın da benim gibi olduğunu söyliyerek, Mihalı ikna ettim. Vartanla Mihalı biribirlerine yaklaştırarak, birlikte ve İstanbulda bir Pastahane açmalarına vasıta oldum.  Ağabeyim Vartan o günden sonra, ekseriyetle Şişli ve yakınlarında boş bir dükkan aramaya başladı. Uzun zaman aramalar sürerken, Pangaltıda oturan bir tanıdığı vasıtası ile, bir Rum vatandaşımızın, Ergenekon Caddesinde bir apartıman inşa ettirmekte olduğunu ve altında da bir dükkan açılacağını duydu. Vartan, malsahibi ile irtibat kurarak ve Mihal ile birlikte, Ergenekon Caddesindeki bu dükkanı kiraladılar.  Aylar sonra inşaat işleri bittikten sonra, genç bir mimar ile birlikte dükkanın içi planlandı. Arka taraftaki imalat yerinde bir fırına gerek olduğundan, bu fırının yapımı bana yüklendi. Ben de bır iki Pazar günümü, çalışmakta olduğum işyerinde, Vartanın istediği şekildeki fırını imal ettim ve Pangaltıdaki dükkana yerleştirdim. Havagazı ile çalışan fırının tesisatını başka bir tesisatcı yerine getirdi. Böylece Pangaltı, Ergenekon Caddesindeki MILTO pastahanesinin açılışını, 23.Mart.1956 tarihinde büyük bir törenle yaptık. Ben hergün akşam yediye kadar işyerimde çalıştıktan sonra, Pangaltıya gider ve yengemle birlikte, pastahanede kalarak, Vartanın eve gidip istiraht etmesini sağlardım. Bu hal, ben Ekim 1957 de Almanyaya gidene kadar devam etti. Ben Almanyada iken dükkanda bir yangın çıkmış olduğunu duydum. Bu olaydan sonra,  ağabeyimin Mihal ile ortaklıktan ayrıldığını ve başka bir Müslüman ile ortak olduğunu duydum. Kısa bir süre sonra da Melkonyan olan soyadını, Türker olarak değiştirdiğini duydum. Daha sonraları ise, Pastahane çok iyi çalıştığı halde, mezeci dükkanına çevirmiş olduğunu, dükkanın adını da değiştirerek TUŞBA adını koyduğunu ve kardeş olan üç  işçiyi çalıştırdığını duydum. Vartanın oğlu da üniversiteyi bitirip iş hayatına başladığında, bu mezeci dükkanını babasından alıp, kendisi çalıştırmak istediği halde, dükkanı oğluna vereceğine, dükkanı çalıştırmakta olan üç kardeşe sattığnı duydum.

 

 

 

 


 

Seite zurück: ANILARIM
nächste Seite: Anılarım


 

© Copyright 2004-2024 - CMS Made Simple
This site is powered by
CMS Made Simple version 1.12.2
Template Womba2

Design: by DNA4U, das andere Ge(n)schenk®