Melkonyan



ANILARIM

Babamın yeni Türkçe okuma ve yazma öğrenmesi.  

Babam 1890 yılında Bahçecik (Bardizag) doğumludur. Bahçecikteki Ermeni okulunda hem Ermenice ve hem de Osmanlıların Arap harflerini öğrenmiş olduğundan, Büyükadada yeni Türkçe olan Latin harflerini Halk okulunda kendi çalışma ve arzusu ile öğrendi. Ben henüz doğmamıştım o tarihlerde. Annemin okuma ve bilgi edinme arzusu kanında mevcut olduğundan, babamı da, akşamları işinden sonra Halkokuluna göndererek yeni Türkçeyi öğrenmesine sebep oldu. Küçüklüğümü çok iyi hatirlamaktayım. Kış günlerinde babamın sobanın başına geçip gazeteyi nasıl Türkçe okuduğunu çok iyi hatırlamaktayım. O tarihlerde Jamanag adında bir Ermeni gazetesi de Istanbulda basılmakta idi. Bu gazete evden hiç eksik olmazdı, kış aylarında babam akşamları eve geldiğinde, yemekten evveli ve sonraları, hem Türkçe ve hem de Ermenice gazeteleri okumadan yatağa girmezdi. Biri Ermenice diğeri Türkçe gazeteyi eline alır sobanın başında gazete okurlardı. Hatta bazı günler aralarında kim hangi gazeteyi okuyacağı hususunda tartışma bile olduğunu hatırlarım. Demek istediğim okumak çok mühim ve herpes için şarto lan bir konudur.  

Elli yıllık Yeminli Tercümanlik süresinde, 1980 yılında yaşamış olduğum anılarımdan biri  

Bir Türk vatandaşı olan sanığın görülecek davası için sanık ve tanıklarla birlikte mahkeme binasının koridorunda zamanımızın gelmesini bekliyorduk. Bir ara bir şahsın, göğsüne doğru sıkıştirmış olduğu birkaç dosya ile bize doğru geldiğini gördük. Bu şahıs yanımızdan geçerken, benimle tokalaşabilmesi için, dosyaları sol eli ile göğsüne doğru çekerek, sağ elini bana uzatıp tokalaştıktan sonra, biraz ilerideki  yargıçların duruşma salonuna giren oda kapısından içeri girdi. Sanık arkadaş bana bakarak „bakıyorum sen burada herkesi tanıyorsun, kimdi bu adam“ diye sorunca, ona „duruşmaya bakacak olan yargıç“ dediğimde ağzı bir karış açık kalarak „abi benimle dalgamı geçiyorsun“ dedi. Ben de kendisine „içeri girdiğimizde görürsün“ dedim. Bunun üzerine o şaşkın gözleri ile bana „abi bizim Türkiyedeki hakimler bu dosyaları hademelere taşıtırlar ve kendileri de elleri ceplerinde önde giderler“ dedi ve „hayranım bu Almanlara“ derken bizi duruşma salonuna çağırdılar.  

1990 yılında Sidedeki tatilimizden ufak bir anı    

O yıl Sideye gitmeye niyet ettiğimizde, Alman seyahat bürosu bize Sidedeki kumsalın karşısında inşa edilmiş olan ve yabancı turistler için inşa edilmis otellerden birini tavsiye etti. Ben ise eşimle birlikte Side halkının yaşamakta olduğu semtin içinde bir otel buldum ve orada kendimize bir oda ayırttım. Otele geldiğimizde Resepsiyonda sade giyimli biri vardi ve bize bir oda verdi. Odayı beğenmedimizden bize arzu ettiğimiz bir oda verildi. Odamıza bakan bayan da biz kahvaltı ederken odamızı arzu ettiğimiz gibi her sabah hazırlıyordu. Kahvaltımızı otelin karşısında ve deniz kıyısında bulunan büyük ve çok modern bir lokantada yapıyorduk. Akşamları ise Sidenin içinde çeşitli yemeklerin camekân içinde bulunduğu vitrinlerden seçerdik ve onları masamıza servis edelerdi. Yemekten sonra da Sidenin pazarında dükkanları dolaşırdık. Bir gün Sidenin sokaklarında dolaşırken 15 yaşlarında bir çocuğun bana yaklaşarak  “abi , yabancı kadını iyi yakalamışsın, aferin ye onu ye, helal olsun sana” demezmi. Ona dönerek “o benim eşim oğlum” dediğimde, birşeyler mırıldanarak yanımızdan koşar adımlarla uzaklaştığını gördük. Böylece, bura halkının yabancı kadınlar hakkındaki düşüncelerini bu genç çocuk bize açıklamış oldu. 

Vahriç Melkonyan’ın Aydoğdu sokağındaki anıları 

Biz 1949 yılına kadar Aydoğdu ve Düzenli sokağında oturduğumuz süre, buralarda ekseriyeti Rum aileleri olmakla, Ermeni ve Türk aileleri de oturmakta idiler. Çınar Caddesinde ve Karakolun yakınlarında bir demirci atölyesi çalıştıran Franguli ailesi, onların tam karşısında, Kalfa Pepo Stefanu, Pepolarin alt tarafında Ermeni ailesi Mösyö Mıgırdiç ve Madam Norma, Peponun yukarı tarafındaki komşusu Sıdıka hanım, onların komşulari eczacı Agop, Onların üst tarafındaki komşulari Anneleri ile oturan Nikos ve Yanis Kalivopulos kardeşler ve onların bitişiğinde ise, Madam Athina Çiçoviç oğlu Kostas ve kızı Theodhora otururlardı. Biz de Aydoğdu sokağı ve Düzenli sokağının birleştiği yerdeki vapur gibi evde oturuduk. Kostas Çiçoviç gitar ve mantolin çalmaya çok meraklı idi. Pepo ve ben 14-15 yaşlarında iken Kostas’ın evine gider ve Gitar ve mandolin çalan Kostas’ı dinlerdik. Pepo da mandolin çalmaya alışıyordu. Yılbaşı ve Ermeni Apostoliklerin Ιsanın doğum günlerinin akşamlarında, Kostas gitarı ile Pepo da mandolinle, Rumlarin ve Ermenilerin evlerinin kapılarına giderek şarki söyler ve para toplardık. Yılbaşılarında Ermenice „Aysor don e Surp Dzinuntyan Avedis“ ve Rumca „Arkhiminyakya arkhi khronya, psilimou dhendro livanya“ ve Ocak ayının 6 sında da Rumca „Irthane ta Fota ke Fotizmi“ şarkısını söylerdik. Mahallemizdeki Türk aileleri hiçbir zaman bize darilmazlardı. Hatta hatırladığım kadarı ile BoyacI Gogo birkaç Türk arkadaşı ile bir gramafonla kapı kapı dolaşır ve gramafonu çalıştırarak yılbaşı veya Fota şarkılarını çalar ve adanın hristiyan ailelerinden para toplarlardı.
Gelelim sokak eğlencelerine. Herhangi bir bayram veya birinin isim gününde, Kosta gitarını alır ve sokağa çıkarak gitar çalar mahallenin sakinleri olan bizlerde, Ermenisi, Rumu ve Türkü, onun etrafında toplanir hep birlikte şarkı söyler sokakta dansederdik. Bu sokak eglencerine Temenna sokağinda oturan Rumlarda gelirlerdi. Bunların arasinda dört kız ve bir erkek çocuklari olan Kalamaras ailesi, Froso, Ana, Evdhoksiya, Georghia ve erkek kardeşleri Foti. Kalamaras ailesinin yanındaki evde oturan zührevi hastalıkları doktoru Horhoruni-Berksoy ve çocuklari Vigen ve Keğares, bu eglencelere katılmazlardı. Bu gibi akşam eğlenceleri yaz aylarında en azından ayda bir kez bazen Aydoğduda bazen de Temenna sokağında Kalamarasların evlerinin önünde yapılırdı. O tarihlerde adada ne Pantispanya gazetesi ve ne de başka bir gazetenin basıldığını hiç hatırlamıyorum. Bu nedenle bu gibi olaylar hiçbir yerde ne dergilenir ve ne de yayınlanırdı. Aydogdu sokağı ile Lalahatun sokağının klşesindeki ve Lalahatuna bakan yöndeki giriş kapısının önünde büyük bir terasi olan ev de oturan Ermeni ailesini çocukları, Nubar ve Kurken de bu eğlencelerimize çok az kez katıldıklarını hatırlarım. Babaları saat meydanındaki çarşıya giden yolun köşesindeki börek fırınının yukarı yanında büyük bir bakkal dükkânı işletirdi. Kapının üstünde Sarandi reklamı vardı hatirladığım kadar. Bu evin hemen yanında Karanfile giden tarafta da dış ülkelere mal taşıyan büyük bir gemi sahibi ve kaptanı olan Müslüman Türk Mekki ailesi otururdu.
 

Değirmen (Milo) Plajındaki denizaltı geçidi           

Yaz aylarındaki gençliğimin biçok saatlerini Yervant Kabeyan ile birlikte (Milo) Değirmen Plajında geçirirdim. Işimiz gücümüz muziplik idi. Bize bu muziplik yaptıran da, arkadaşım Dodonun ablası idi. Adını hatırlıyamadığım ve benden tahminen altı veya sekiz yaş büyük olan bu kız, bize hep muziplik yaptırır ve başkalarının darılmalarına sebebiyet verirdi. Plajın kumluğu ve deniz kenarında ise tüm plajın çevresinde genişliği tahminen 80 cm olan bir beton duvarla çevrili idi. Bazıları kumların üzerinde güneşlenirken bazıları da bu duvarın üzerinde ayaklarını deniz tarafına sarkıtarak oturur, bazıları ise betonun üzerinde uzunlamasına yatarlardı. Işte hergün bu betonun üzerinde uzanıp başkalarının oradan geçmelerine mani olan, bizim için yaşlı sayılan 45 yaşlarındaki bir bayan, yatardı. Oradan geçmek istiyenler, bayanın üzerinden geçemediklerinden, yön değiştirmek ve kumların üzerinden gitmek mecburiyetinde kalırlardı. Dodonun ablası bize gelir ve „Vahriç şuradan su sıçratarak atla“ derdi, ben de sevinerek balıklama olarak denize öyle bir atlayış yapardım ki ayklarımın suya girişlerinde suya çarptırır ve suları orada yatanların üzerine sıçratırdım. Oradaki bayan ıslandığında sinirlenerek bana „Janti atlasanıza“ diye bağırırdı, tabii ki herkes kahkahalarla gülerdi. O zamanki bu yaptıklarımı hatirladıkça kendimden utanıyorum fakat, bu gençliktir diyerek kendimi avutmaya çalışıyorum. Birgün Yervantla birlikte Plajın sağ tarafındaki kayalıklarin etrafında ve denizaltında yüzerken, tahminen iki veya üç metre uzunluğunda ve genişliği yarım metre olan bir geçit gördüm. Bunu hemen Yervanta bağirarak gösterdim. Yervanta bağırmamla oradakiler de hemen oraya gelip toplandılar. Yervant’ta birkaç kez dalıp orayı tahkik ettikten sonra, bu geçit’i dalarak geçmeye karar verdik. Kimin önde ve kimin arkada yüzeceğini tartıştıktan sonra, Yervant önde ben arkada, daldık kayanın altına. Geçite girdiğimiz an düz olarak yüzerek geçemiyeceğimizi anladık ve bazı kısımlarda yana dönerek, karşı tarafa çıkmaya muvaffak olduk. Su yüzüne çıkarken de elliden fazla olan seyircilerin bizi alkışladıklarıni gördük. Iyi hatırlıyorum ikimizin de göğsü öyle kabarmış idi ki kendimizi göklerde hissediyorduk. Sudan çıktığımızda derimizin üzerinin ufak dikenlerle dolu olduğunu hissettik. Geçitin içinde birçok sünger varmış ve bunların dikenleri de bizim vücüdümüze saplanmiş olduklarını sonradan tesbit ettik. Tabii ki orada bulunanlar üzerimize eğilerek dikenleri teker teker çıkarmaya çalışmaları onlar için zevkli bir vazife idi. O günden sonra her zaman değirmene gidişimizde o geçitten geçmek bizim ve ora halkı için bir zevk olayı olmuştu. 

(Almanyada) Genç bir Türk kadınının Almanlar hakkındaki düşüncesi 

Almanyada ve yaşadığım kentte oturan bir Türk genci, 2015 yıllarında Türkiyede genç bir kızla evlendikten sonra, eşi ile yaşamakta olduğu kentimize geri döndü. Bu bayanin belediyedeki işlerini tamamladım ve oturma müsaadesini de aldıktan sonra, bir gün çarşıda dolaşırken, bu bayanla karşılaştım. Her zaman yaptığım gibi, herhangi bir yerde tanidığım bir Türk kökenli ile karşılaştığımda, hatırını  ve bir derdi olup olmadığını sorarım. Aynısını bu bayana sordum ve kendisi bana bazı ricalarını  aktardıktan sonra, bu kentin halkından memnun olup olmadığını sordum. Bu genc kadının gözleri bambaşka oldu ve bana şu sözleri söyledi. „ Tercüman abi, ben Türkiyede iken, Almanların GAVUR olduklarını, kötü olup kadınları orospu olduklarını duyardım. Buraya da o korku ile geldim. Buradaki hayata henüz alıştım ve Almanların çok iyi insanlar olduklarını gördüm. Tercüman abi, GAVUR olan Almanlar değil de bizim olduğumuzu tesbit ettim. Emin ol abi biz bu Almanlar kadar iyi değiliz. GAVUR olan biziz Almanlar değil“ dedi. Bunu söyliyen, birkaç ay evvel, aile birleşimi için Almanyaya gelen genç bir Türk kadını olduğunu görünce, ne kadar şaşırdığımı ve sevindiğimi ben bilirim. Buna benzer bir cümleyi, birkaç yıl evveli, çocukluğunda Almanyaya gelmiş olup, burada yaşamakta olan, başka bir Türk gencinden de duymuştum. 

İskelede balık avlamak 

Vapur iskelesinin hem sağ ve hem de sol tarafında, denize olta atarak balik avlamakö 1940larda yasaktı. Bizim yaştaki çocuklar da balık tutmak arzusunda olup açık denize çıkamıyanlar da, kendilerine uygun yerlerde, kendi yaptikları oltalarla balık tutmaya çalışırlardı. Bu yerlerden biri, Splendid Palas’ın karşısındki deniz kıyısı ve vapur iskelesi. Lokantaların karşısındaki deniz kıyısı da vardı amma istediğimiz balıklar oralara pek gelmiyordu. Bir de Su iskelesinde bu imkan vardı fakat orası da yasak idi. Ben de birgün, günlerden Cumaertesi olması gerek, kendi yaptığım olta ile Vapur iskelesine girildiğinde sol taraftaki kayıkların yanaştığı merdivenlerin sırasında ve iskelenin ucuna yakın bir yerde balık tutmaya çalışıyordum. Tam bu sırada o dönemlerde oranın sert bir müdürü’ün bana doğru gelmekte olduğunu görünce, hemen oltamı topladim ve dışarı doğru kaçmaya başladım. Bu ara galiba oltamın  bir ucu yerde idi ki kaçarken üstüne bastim ve oltanın iğnesi sol elimin başparmağına saplandı. Ben korkumdan hem kaçıyor ve hem de parmağıma batmış olan iğneyi çıkarmaya uğraşıyordum. Acı ile iğneyi çıkaramayınca paniğe kapıldım ve yüksek sesle ağlıyarak iskelenin kapalı kısmına girdim. İşte o ara kocaman biri bana yaklaştı ve niye ağlıyorsun diye sorarken, parmağıma batmış olan iğneyi gördü. Beni hemen yanına çekti, işte o ara bu şahsın adamızın meşhur Horoz Reisi olduğunu gördüm. Bir eli ile Başparmağımı tuttu ve diğer eli ile iğneyi tutarak ve hafif  bir çevirme ile parmağımdan dışarı çekti. Ben halen ağladığımdan, bana “balık tutmak istersen gel benim kayığımla denize açılalımö orada istediğin kadar balık tutarsın” diyerek beni yatıştırdı. 

Büyükadada oturan Dr. Horhoruni 

Temenna sokağında Kalamaras ailesinin oturduğu evin alt bitişiğindeki ev, zührevi hastalıklar mütehassısı Dr. Berksoy (Horhoruni) nin evi idi. Ev yoldan tahmine 15 m içte inşa edilmişti. Evin alt ve üst tarafındaki arsalar başkalarına ait olduğundan, Horhoruniye ait yola kadar uzanan arsanın genişliği  tahminen 5 m idi. Yoldan bahçeye girebilmemiz için üç basamak yukarı çıkılması gerekiyordu. Bahçe ve ev yoldan biraz yüksekte bulunmakta idi. Bay Horhoruninin  Vigen ve Keğares adında iki oğlu vardı. Vigen üniversitede okumak için 1954 veya 1955 yilinda Almanyaya Aachen şehrine gitti. Ben 1957 yılında âlmanyaya göç ettiğimde,  Aachende oturan Vigen ve mektuplaştığım Alman kızı, beni Düsseldorf hava alanında karşıladılar. Ben ilk bir haftamı, mektuplaştığım kızın evinde kaldım ve ondan sonra çalışacağım müessesenin bulunduğu şehre gittim. Ben evlendikten sonra 1962 yılında ilk olarak tekrardan Istanbula gelişimde, Vigen de Alman olan kız arkadaşı Martha ile Büyükadaya gelmişti. Bir gün Vigenle buluşup adayı dolaşmak için, saat 11:00 dolaylarında Horhoruninin evine gittik. Bay Horhoruni pijama giyimi ile evin önündeki terasta oturmuş kahvesini içiyordu. Kendisini bu durumda görünce kendimizi Osmanlı devrinde hissettik, başında bir fes’i eksikti. Biz geldikten sonra karısını, bir hizmetci gibi çağırıp ona bağırarak bize çay getirmesini bir paşa gibi emrettiğinde, demin de dediğim gibi, kendimizi Osmanlı devrinde hissettik. Bay Horhoruni yüzbaşı olarak askerlik yapmış olduğundan, emir vermeyi kendine adet edinmisti. Bu hali gören Vigenin tavrı hareketinden, babasının bu halini tasvip etmediği belli oluyordu. Vigenin yanında olan kız arkadaşı ise, şasırmış bir vaziyette ve mahçubiyetini belirtmekten hiç çekinmeden ağzı açık olarak bize bakaldığını çok iyi hatırlıyorum. Vigenin annesi ise bir hizmetçi gibi evin içinde kocasından aldığı emirleri hiç ssini çıkarmadan yerine getiriyordu. Bu olaydan sonra biz gençler oradan ayrılarak Yörükaliye denize girmeye gittik. Almanyaya dönüşümüzden birkaç yıl sonra Vigen ve Martha evlendiler ve bu evliliklerinden de bir erkek çocukları dünyaya geldi. Istanbulda kalan Keğares ise, sonradan duyduğuma göre birkaç çocuğu olan bir kadınla evlendi.

(Almanyada) Polisin bana İspiyonluk teklifi

Yıllardanberi Kriminal polislere tercümanlık yaptığım halde, bir gün olsun, bana gizli olarak söylenenleri, asla polise aktarmadım. Böyle olduğu halde, günün birinde, kentimizin Polis müdürü beni odasına çağırdı. Biz yıllardanberi beraber çalıştığımız için, senli benli idik. Müdür bana “Vahriç, bizle calıştığın kac yıl oldu” diye sordu. Bende,“ hatırladığım kadar 20 yıl oldu“ dedim. Bunun üzerine “bak Vahriç, yapılan bircok yasa dışı olaylar oluyor ve biz ise karanlıkta kalıyoruz, yabancı işçilerden duyduklarını bize iletsen nasıl olur?” diye bir soru sordu. “Bana bak Jochen” dedim kendisine “ bu teklifi bir daha yapma lütfen, bu işçiler sıkıntıya düştüklerinde, bana itimat edip, tüm sırlarını bana anlatıyorlar, ben ise onlara bu kalleşliği mi yapayım? Ben kendimi bir papaz veya bir avukat gibi hissederek bana ifşa edilen sırları baskalarına, hele sana asla aktaramam. Hayir benden bunu hiç bekleme ve bir daha da bu teklifte bulunma lütfen” dedim. Hakikaten  Jochen çok anlayışlı ve cok aydın biri idi, bana bir daha bu teklifte bulunmadi ve yıllarca daha birlikte çalıştık. 

(Almanyada) Bir Türkün Türkleri Polise ispiyonlamak isteği 

Yillardanberi Türk, Yunan ve Ermenilere Tercümanlık yapar ve herkese elimden geldiği kadar ve yasaya aykırı olmamak şartı ile hem yol gösterir ve hem de onlara yardım ederdim. Hepsinin de bana itimatları olduğunu, bana ifşa ettikleri gizli olaylardan belli idi. Bana anlatılan hersey daima aramızda kalır ve başkalarına asla anlatılmazdı. Bunu bildiklerinden, ailevi problemleri ile bana gelir ve eşleri ile olan zorlukları bana anlatır ve benden yardım isteyenler de cokluk idiler. Bir kaç aileyi tekrardan birleştirdiğimi cok iyi hatırlarım. Bir boşanma davasında, vahkemede tercümanlık yaparken, eşleri  baristirmak için çalıştığımı gören bayan hakim banaö “Bay Melkonyan, lütfen Sulh Hakimliği yapmayınız” diye beni ikaz etti. İşte ben kimsenin sırrını, başkalarına açıklamadığım halde, bazı cahil Türk işçileri, beni kendileri gibi karaktersiz oldugumu zannederek, birgün bana oyun oynamaya kalktılar. Yıllardanberi kentimizdeki bir fabrikada çalışıp ayni kentte oturan bir Türk işçimiz,  yalınız olduğum bir ara, yanıma gelerek, bana şu teklifte bulundu. “Tercüman, ben bura polisine, bazılarımızın yasa dışı yaptiklarını söylemek ve onların yakalnmasına yardımcı olmak istiyorum, bu hususta ne yapmam gerek, hangi Polis Memuruna bildiri yapabilirim?” dedi. Ben de kendisine, “Ulan sende hiç şeref yok mu, sen nasıl olut da kendi arkadaşlarına kötülük yapmak istiyorsun, kaç yıldanberi tanıştığımızı unuttun mu? Utan ulan utan” diye kendisini azarladım. Fakat o, bana bir sümük gibi yapıştı ve ille de bir polisin telefon numarasini vermemi istedi. Diğer masalarda oturan bazı Türklerin, gizlice bizi kolladıklarını farkedince, bunun ne maksatla yanıma geldiğinden şüphe ettim. O ise yalvarmalarina devam edince, kendisine Polis Müdürünün telefon numarasını verdim ve kendisine, bu yaptığının, bir hainlik olduğunu söyledim. Ertesi günü Polis Müdürüne, bu olayı anlattım. Kendisine yardımcı olacak birini bulduğunu zanneden Müdür sevinerek, gelecek bir telefon haberini bekledi ve halen de beklemektedir. İşte biz böyleyiz, hem yardim ister ve hem de bize yardım edene itimat etmeyiz. Yazık, çok yazık.

 

 

Seite zurück: Anılarım
nächste Seite: In Deutschland


 

© Copyright 2004-2024 - CMS Made Simple
This site is powered by
CMS Made Simple version 1.12.2
Template Womba2

Design: by DNA4U, das andere Ge(n)schenk®