Melkonyan



Anılarım

                                       Vartan Melkonyanın çıraklık devri

Hatırladığm kadarı ile, ağabezim Vartan, okulu bitirdikten sonra hemen şş hayatına atıldı. 1936/37 lerde Büyüadada o dönemin çok iyi çalışan bir pastahanesi olan Artinin pastahanesinde pastacı çırağı olarak işe başladı. Bir gün evimizin içi bağırışlar ve ağlamalarla karıştı. Komşularımız evimizde, ağlamakta olan annemi yatıştırmıya bakıyor  ve biribirleri ile konuşurlarken, Vartan ve Artin isimlerini kullaniyorlardı. Evin  içi sakinleşince, komşu kadınlarının anneme, Madam Sirarpi, üzülecek birşey yok, Vartan da sağ, Artin usta da sağ, demeğe başladılar. Sonradan ben de evimizin bu kadar karıştığının nedenini öğrendim.  Artinin pastahanesi, Ankara Palas otelinin altında ve köşedeki iki Rum bayanın çalıştırdığı kırtasiyeci ile tuvaletlere giden yolun köşesındeki, Rumların çalıştırdığı pastahane arasında bulunmakta idi. Ön tarafı satış, arka tarafı da imalathane idi. İmalathanede, etrafı demir parmaklıklarla çevrili buzdolabını soğutma makinesi bulunmakta ve gece gündüz çalışmaktadır. İşte ne olduysa burada oldu. Artin usta, bu makineyi bir çaputla temizlerken, elektrik cereyanına tutulmuş ve oraya yapışıp kalmış. Bağırmaya başlayınca, Vartan da ona yardım etmek için Artin Ustaya sarılarak onu geri çekmek istemiş. Tabii ki kendisi de cereyana kapılmış. Yerler de ıslak olduğundan cereyanın tesiri daha da yükselmiş. İkisi de hem bağırır ve hem de kendilerini makineden kurtarmaya çalışırken, ikisinin de kuvvetli çekişleri ile makineye yapışmaktan kurtulur  ve sırtüstü ıslak yere düşerler. Tabii ki bu olay hemen mahallemize duyurulur ve herkes te ayağ kalkar. Çok şükür ikisi de sağ salim ve sıhhatleri yerinde işlerine devam ederler. Vartan birkaç yıl sonra kalfa olunca, İstanbulda bir pastahanede iş bulup, kendine de kalacak bir oda tutar ve İstanbula taşınır. Askerliğine oradan gider ve  20 kura askerleri ile birlikte ve kendisine de onlara yapılan muamele yapılarak, silah verilmemiş olup, eline kazma kürek verilerek, Adanada  dört yıl yol inşaatında çalıştırılmıştır.

                                               Kumsal sonundaki mezarlar

İlkokul yaşlarında iken, kumsala gider ve oralarda çakıl taşlarının üzerinde oynamayı çok severdim. Oraya ekseriyetle, Malul Gazi ve Alpaslan üzerinden gider ve Kumsalın sonuna inerdim. İnerken de, denize yakın yerdeki büyük bir tarlada yetişen güzel kokulu domateslerden birkaç tane koparır ve denizde yıkayarak orada yerdim. Domatesleri yerken de denız kenarında, eski para sikkeleri arardım. Oralarda eski Bızans paraları bulduğumuzdan, ara sıra buralara gelir ve birşeyler bulmaya çalışırdım. Bir kez çakıllardan sonraki toprak bölgede birşeyler bulurum diye araştırırken, ayağım bir çukura kaydı. Çukurun içine baktığımda, buranın bir mezar olduğunu gördüm, tabut çökmüş ve insan kemikleri meydana çıkmıştı. Korkarak oradan kaçtım. Bu gördüklerimi arkadaşlarıma anlattım ve sonraki günler oraya gittiğimde, her tarafın kazılmış olduğunu ve kemiklerin de dışarıda olduğunu gördüm. O zamanların çocukluk beyni ile bunun manasını anlamamıştım. Yıllar sonra burada saklı olma ıhtımalli define arandığının farkına vardım.

                                                  Dilburnunda Pina avı

Gençliğimde yaz aylarının çoğunu Değirmen (Mılo) plajında geçirirdim. Bazı günler Nizamda oturan Dodonun kızkardeşi Eleni de orada olur ve benı kayığına alarak dilburnun yanına giderdik. Oranın deniz dibi kumlu idi ve birçok yerinde büyük midya  şeklındeki Pinalar, kumların içinde yetişirlerdi. Buranın derinlıği, tahminen beş metre idi. Eleni, bu pinaların içindeki, incileri toplayıp kolye yapmayı çok severdı. Bu nedenle, beni yanına alarak buraya getirirdi. Ben de denize dalarak aşağıdaki pinaları kumların içinden söker ve kayığın içine atardım. Su altında bir dakikadan fazla kalabildiğimden, bu derinlikten pinaları çıkarabiliyordum, şimdiki gençler belki de su altında daha fazla kalabiliyorlardır. İçinden inciler çıkarıldıktan sonra, pinaları eve götürür ve içindekileri midya gibi tavada pişirerek yerdik. Her Cumaertesi ve Pazar günleri Eleni Triyandafilou ile, bu Değrmen plajında çok yaramazlıklar yapmışızdır. Hergün orada denizin kıyısındaki betonun üzerine uzanan bır bayan vardı. Eleni de, onu  kızdırmak maksadı ile, beni denize atlatır ve suları o bayanın üzerine sıçratmaya teşvik ederdi. Bu bayan da güneşin altında aniden ıslanınca, sinirlenir ve bana ‘ Janti atliyamazmısın’ diye bağırırdı. Eleni de kahakahayı basar ve kumların üzerinde yatan diğerleri ile hepberaber gülerlerdi. Gençlik işte ! Bu yaptıklarımı hatırlayınca, bazen kendimden utanıyorum. Amma ne yapalım gençlik !!

                                             
Tepeköyde futbol antrenemanları

Çocukluğumdanberi İsmail Özyilmaz ile cok yakın bir arkadaşlığım vardir. İsmailin meşinden bir
futbol topu ve top       ayakkabısı vardı. Tepeköye çıkar ben kaleci olarak, İsmail de bek olarak  top
oynardık. İlk başlarda benim top ayakkabım yoktu fakat sonraları bende bir çift top ayakkabısına
 sahip oldum. Anttrenemanlardan veya maçlardan sonra İsmaillere gider ve hem topu ve hem de ayakkabılara Çsmailin tedarik etmiş olduğu domuz yağını sürer ve gelecek oyuna hazırlık yapardık. Maç esnasinda, İsmailin nasil kostugunu ve gol yememem için nasıl uğraştığını ben bilirim. İsmail kendisini bizim takımdan mesul hisseder, takımımız için herşeyini feda ederdi. Biz Büyükada futbol ikinci takımında oynardık ve birinci takıma geçmek için antrenemanlarımıza çok ehemmiyet verirdik. Birinci takımda kaleci Minnos vardı. Bizim bu uğraşmalarımız esnasında, takıma Metin adında uzun boylu bir genc geldi ve kendisini maçlarda kaleci olarak oynatmaya başladıkları gün, ben futbola veda etmek kararını verdim ve kendime ferdi bir spor olan Boksu seçtim.
                                         
                                               İş kazasında görme kudretını kaybeden Koço

Gençliğim sayılan 1955 tarihlerinde, o yıllarda çalıştığım işletme sahibinin ailece tanıştiğı Koço adında bir şahsı adaya ben götürürdüm. Görme özürlü olan Koço, yaz aylarında üç kızkardeşi, Aspasia, Foka ve Jenyo ile Büyükadadaki evlerinde otururdu. Büyükadadaki evleri de Çınardaki şimdiki Rum okulunun bulunduğu yerdeki ahşap ev idi. Bu ailenin babası 1943 yılındaki Varlık vergisinı ödiyemediğinden Aşkaleye gönderilmiş ve oradaki taşocaklarında çalışırken hayatını kaybetmişti. İşte o yüzden ailenin erkek çocuğu olan Koço da İngiltereye giderek oradaki kazancı ile kızkardeşlerinı geçindirmeye çalışmış. İngilterede çalışırken geçirdiğ bir iş kazası neticesi görme kudretini kaybederek tekrar Türkiyeye geri dönmüştü. İşte ben de bu şahsı İstanbula gelip adaya geri dönüşünde yanıma alır ve vapura bindirerek adaya götürürdüm. Vapurdaki biz gençlere İngilteredeki anılarını anlatır bizleri ara sıra güldürürdü.

                                                    Rizeli bir gemicinin babasının anısı

Ben 1956 yılında, Büyükada Lalahatun sokağında oturan Kaptan Meki’nin Van adındaki yük gemisiyle, üç aylık bir seyahate çikmış, İsveç’e kadar gitmiş ve geri dönmüştüm. Bu seyahatimde birçok olaylarla karşılaştım ve hayat bilgimi hem genişlettim ve hemde insanlar hakkında yeni şeyler öğrendim. Bu yolculuk esnasında, tabii ki gemi mürettebatı ile dost oldum ve bazı genç gemiciler ile de arkadaş olarak gittiğimiz her ülkenin limanında, birlikte dişarı çıkarak her tarafı gezdik ve akşamları da vaktimizi barlarda geçirdik. Mürettebatın ekserisi evli ve yaşlı olduklarından, dışarı çıkmazlar ve gemide kalırlardı. Bunlardan biri de gminin aşçısı idi. Kendisi Rizeli olup, konuşmayı çok severdi. Gemi bir akşam Norveçe doğru yol alırken, bazı gemicilerle oturmuş konuşuyorduk. İşte o ara aramızdaki bu Rizeli aşçının da dili açıldı. Bize babasından duymuş olduğu bir olayı anlattı: Ermenilerin sürgün edildiği yıllarda, (1915-1916) Rizede yaşamakta olan birçok Ermeni vatandaşı, canlarını kurtarmak için, deniz yolundan İstanbula giderlermiş. Gemi sahibi kaptanlar da onları yüksek fiyatlarla gemiye alip İstanbula yola çıkarlarmış. Gemimizdeki bu aşçının babası da bu gemilerden birinde ateşçi olarak çalışırmış. Gemi, almış olduğu tüm Ermenilerle, İstanbula yola çıkar ve Karadenizin açıklarına gelince, Ermenilerin bazılarını denize atar ve bazılarını da ateş kazanına atarak yakarlarmış. Bir kez, orta yaşlı bir Ermeniyi kazan dairesine getirip ateş kazanına atmaya hazırlandıkları an, bu orta yaşlı Ermeni, kendisini, kazana atmaya götürenlerin  ellerinden  kurtarır ve “Allah belanızı versin” diye bağırarak, kendisini açık olan kazanın içine atar. Oradaki gemiciler bu Ermeninin cesaretine hayran kalip, Ermenileri ateş kazanına atmaktan vazgeçmişler. Güvertedeki gemiciler ise geride kalan diğer Ermenileri denize atarak, gemiyi Ermenilerden temizlemişler.

Karanfil mahallesinin yüksek çayırlarında kuş avlama 

Çocukluğum olan 1940 larda, Aydoğdu, Temenna ve Sakarya sokaklarindaki Rum çocukları ile kuş kafeslerimizi alır ve çayırın üstünde hazırlıklarımızı yapardık. Çayıra, Sakarya sokağından giderdik. Lalahatunda oturanlar ise,  o yıllarda Canbaz Telgezerin bulunduğu  ve şimdiki hastahanenin bulunduğu yerden tepeye doğru çıkar ve tepeye çıkmadan ortalarda, kafeslerini yerlestirirlerdi. Sakaraya sokağı ile Çarkıfelek sokağının birleştiği yerin hemen arkası kocaman bir çayırlık idi. Biz kafeslerimizle oraya çıkardık. Ben küçük bir çocuktum ve diğer Rumlar çocukları benden daha yaşlı idiler. Ben ancak saka kuşum ile oraya gider kafesimi onların kuşlarının yanına koyardım. Onlar ise hazirladıkları ökseleri kafeslerin üzerine öyle yerlestirirlerdi ki oraya uçan kuşlar rahatça onların üzerine konabinsinler.  Herşey hazırlandıktan sonra, hepimiz oradan uzaklaşır ve kuşlarımızın ötmelerini dinlerdik. Bazen kısa ve bazende uzun bir süre bekledikten sonra, bizim kuşların ötüşlerini duyan çesitli kuşlar, yavas yavas kafeslerin üzerine konar ve bizim kuşlarla ötürüşürlerdi. İşte bu ara, yeşil renkli ökseleri görür, onları dal zanneder ve üzerine konarlardı. Ökseye konan kuş, oraya tutunamadığından hemen başaşağı döner ve öksede asılı kalırdı. Biz ökseler kuşlarla dolana kadar bekler ve en sonunda sevinçle kafeslerin yanına giderdik. Tutulan kuşlar teker teker ökselerden çıkarılır ve dişiler bir kafese erkekler diğer kafase koyulurdu. Kuşların azalmasi sonunda , kafesleri toplar ve her kafes sahibinin kuş çeşidine göre kuşlar aralarında paylaşılırdı. Dişi kuşlar ise ya serbest bırakılır veya çok olduklarında, pilava katılmaları için kafaları koparılır ve tüyleri de orada temizlenirdi. Bu biraz vahşi gelecek amma, hakikat bu idi. Bunlar bu gün yapılsa. Derhal buna karşı gelirim. Bu da gösteriyor ki, insan yaşlanınca, görüşü değişiyör ve  görgü sahibi oluyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Seite zurück: ANILARIM
nächste Seite: ANILARIM


 

© Copyright 2004-2024 - CMS Made Simple
This site is powered by
CMS Made Simple version 1.12.2
Template Womba2

Design: by DNA4U, das andere Ge(n)schenk®